Film intihabına bir nebze katkı - 2

-
Aa
+
a
a
a

Geçen yıl, festival programında tekrarların kaçınılmaz olduğunu, çünkü İstanbul Film Festivali’nin ister istemez sinematek görevi üstlendiğini yazmıştım. Nedir, bu yılın programına baktığımda, festivalin “yeni baskı” işini abarttığını, TV’lerde onlarca kez gösterilen kimi filmleri bir kez daha yinelemekten kurtulamadığını görüyorum üzülerek. Üzülmekten çok sinirlendiğim nokta ise, programın kurgulanışındaki yanlışlar: Anadolu yakasında oturanların Ozu ya da De Palma izleme hakları yok mu? O güzelim belgeselleri izlemek için her gün Beyoğlu’na taşınmak zorunda mıyız? Bu belgeseller için Rexx’te Geceyarısı Sineması düzenlemek olanaksız mı? Tecimsel sinemalarda gösterime girecek filmleri Turkcell’ın adını zikretmek adına festival programına sokuşturmanın alemi var mı? En gülünesi yanlış ise, Bollywood toplugösteriminin tanıtım spotunda: İddiaya göre, Bollywood toplugösterimi için Bir Ülke – Bir Sinema bölümüne ara verilmiş. Pekiyi de, bu toplugösterimdeki filmlerin tümü aynı ülkenin yapımı değil mi? Oraya Bollywood yazmak ve Safran partisiyle paslaşmak için toplugösterim adı değiştirmek neden?

 

Neyse, festivalimize daha fazla yüklenmeden, epeyi öznel seçimlerimize geçelim.

 

 Bollywood'tan sevgilerle: Saathiya

Ozu, Japonya’nın geç kalmış topluyaşamsal modernleşme projesinin yönetmenidir aslında. Alıcısı bu modernleşme sürecinde sancılı bir özgürleşme serüveni yaşayan kadınlar ve özgürleşen kadınlar nedeniyle dönüşen aile mevhumuna odaklıdır. Nedir, Ozu filmlerinde yüksek perdeden feminist söylevler bekleyenlere, bekleme esnasında nefeslerini tutmalarını tavsiye etmem. Kurosawa, hele Oshima filmlerinin ritmini umanlar fena yanılır, salonda hafakanlar içinde kalabilirler. Tokyo Hikayesi ve Günaydın, Ozu’nun en karakteristik örnekleri.

 

Wyler’in filmleri TV’de def’aten gösterildi. Ben-Hur’u saymazsak, geriye kalan filmlerde güçlü, hatta çok güçlü kadın portreleri var. Bu filmleri Ozu filmleriyle birlikte izleyip kadın kimliğinin değişik kültürlerdeki varoluşu üzerine düşünmek iyi bir zihin jimnastiği olabilir. Beyazperde fetişistleri için Ben-Hur özellikle önerilmeli. Asıl izlenmesi gereken film ise, Korkunç Koleksiyoncu.

 

Chabrol topluyaşam ahlakına saldıran filmleriyle tanınan bir yönetmen. Hemen her filminde bu ahlakın ürettiği yalanlar, tecavüzler ve cinayetler kol geziyor. Yine de, o ahlakın ürettiği sonuçlardan çok o ahlakın nedenlerine bakmak için yararlıdır Chabrol filmleri. Tehlikeli Rabıtalar ve Kasap’taki kuşku dolu evrenleri iyi izlemek gerek; bakarsınız topluyaşam içinde üstlendiğimiz rollere ilişkin ipuçları yakalayabiliriz.

 

De Palma’nın Selamlar ve Merhaba Anne filmleri izlenmeye değer. Çünkü Scorsese ya da Cassavetes’in yolunda ilerlemektense piyasaya teslim olmuş bir yeni-sağ sinemacının ilk dönem filmleri bunlar, elbette Yaralı Yüz’le pek ilgisi olmayan! Carrie’yi hâlâ izlemeyen var mı bilemiyorum fakat kan dolu görüntüleri beyazperdede izleme deneyimi beni heyecanlandırmıyor değil.

 

Zeki Ökten’e saygım sonsuz, nedir, geçen yılki dileğimi yineliyor ve Erksan istiyorum. Eğer Erksan ölsün de Anısına toplugösterimi yapalım, diye bekliyorlarsa ayıp ediyorlar!

 

 Elveda toplugösteriminde Karel Reisz’in Sevişme Günleri’ni özellikle salık veririm. Bu film melodramın da sınıfsal temellere oturabileceğine dair güzel bir örnek. Frankenheimer’in Casuslara Karşı’sını da unutmayalım, belki Irak “operasyonu” ile ilgili yeni bir pencere açabilir zihnimizde.

 

 Alman Dışavurumculuğunun medar-ı iftiharı Nosferatu’yu çektikten sonra her filminde duygusallık dozunu arttıran Murnau’nun ABD yapımı filmi Şafak, iki açıdan izlenmek zorunda. Önce gösterimin kendisi ilgideğer: Görsev – Erdinç piyano ikilisinin performanslarını dinlemek keyifli olabilir. Sonra filmin bizzat kendisi ilgideğer: Murnau’nun “kaderden kaçılmaz” bataklığına saplanıp kaldığı, ibretlik bir film Şafak.

 

            Paul Morrissey’in efsane gibi anlatılan ünlü üçlemesini önermeye gerek yok sanırım. Yine de, otuz küsur yıl öncesinin çarpıcı içeriklerinin bugün pek de şaşırtıcı gelmeyeceğini  göz önünde bulundurmak gerek. İzleyicinin Morrissey’in üslubu için ne düşüneceğini meraksamaya başladım bile.

           Şahsi takanağım Kiarostami’nin On filmini heyecanla bekliyorum. Ustalar toplugösterimindeki yönetmenlerin de ustası olabilecek yaştaki Olmi’nin “tarihi kordelası” Savaş Meleği’ni de listenin bir köşesine yazmalı. Bir dönemin cinsellik kaşıyıcısı Bob Rafelson’un yıllar sonra erotik bir öyküyle nevzuhur etmesi de ilgideğer.

  F.W. Murnau'dan Şafak

Rafelson’un filmiyle birlikte, İzlanda sinemasının Muhsin Ertuğrul’u Fridrik Thor Fridriksson’un da konuşmasız bir erotik öyküsü var!

 

Aile Kutsaldır toplugösteriminin ilk sırasına Susanne Bier’in Açık Kalpler’i yerleştirilmiş. O ilk hızını yitiren ve iddiasının zıddına sinemayı yenileyemeyen Dogma akımının bir filmi Açık Kalpler. Akımın tavsadığı, artık Dogma numaralarının belirtilmemesinden de anlaşılıyor. Dogma’nın parlak başlangıcı Şölen ile kıyas amacıyla izlenebilir. Bu toplugösterimin asıl izlenmesi gereken filmleri Mike Leigh’tan Ya Hep Ya Hiç ve Dani Levi’den Ben Babayım. Bir dönemler “Avrupalı Woody Allen” olarak yaftalanıp bundan zarar gören Levy, yine Allenvari bir öykü anlatmayı deniyor.

 

Bu yılın programının şaşırtıcı, belki de sevindirici yönü, belgesel filmlerin hem nicelik hem de nitelik açısından kurgusal filmlerle yarışabilir bir hacme sahip oluşu. Kübalı belgeselci Estela Bravo “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”nı betacam olarak sunuyor örneğin. Benzer temalı bir belgesel de Çağımızın Aynası Sinema toplugösteriminde var: John Shimula’dan Gözler Önünde Saklı. Üstelik bu belgeselde Chomsky’nin yanında, andığım kitabın yazarı Galeano bizzat konuşuyor. Terör Çağı adlı gösterim de birbirlerini bütünleyen konuları ile dikkat çekici belgesellerden oluşuyor.

 

Özellikle önereceğim iki belgesel var programdan. İlki adı çok anılsa da fikriyatı bu topraklarda biraz flu kalan Derrida üzerine. Ufak dipnot: Birkaç yıl öncesinin bol övgülü ve sövgülü Hasta: Süper Mazoşist Bob Flanagan’ın Yaşamı ve Ölümü belgeselini yöneten Kirby Dick’in elinden çıkma Derrida. Asıl ilgideğer olan ikincisi, Çağımızın Aynası Sinema bölümünden: Heller – Schmiderer ikilisinden Kör Nokta: Hitler’in Sekreteri. Bir yandan tarihin kırılma anlarına tanıklık eden 81 yaşında bir kadına bakmak, beri yandan faşizme “nein” demek – çok amaçlı bir izleme!

 

Son sözüm, bir soru: Festival afişindeki işkence görmüş domatesin üzerindeki Türkçe – İngilizce yazılmış “İYİ FİLM NE?” sorusu ne?